Sıfır Atığın Bir Adım Ötesi: Beşikten Beşiğe Yaklaşımı Nedir?

Bugün, tüketim hacminden ve onun yarattığı yıkıcı etkilerden bahsederken, geçmişe değil, şu anki şartlara bakmayı tercih ediyoruz. Küresel tüketim oranı nasıl bu kadar arttı? İki büyük savaştan çıktık, tıp araçlarımızı geliştirdik, yaşam süremizi uzattık, nüfusumuzu artırdık. Bu artışla birlikte, ürünlere olan ihtiyacımız ve çeşit sayımız da çoğaldı, tüketim ağında geniş bir skala oluştu, farklı fiyatlarda ve alım gücünde pek çok ürün ortaya çıktı. ‘Erişilebilirlik’ eşitlik adına harika bir gelişme oldu ancak çevreye etkileri de göz ardı edildi. Üretim teknolojilerinin ve tüketim biçimlerinin bu kadar küreselleşmesiyle, doğal kaynaklar geri döndürülemez biçimde kullanıldı, daha doğrusu tüketildi. Sonuçta, yılların birikimiyle büyüyen doğrusal ekonomik sistemimizin ‘al-tüket-at’ formülü, ilk çocuğunu verdi: Atık.

Endüstriyel çağda, sistem şöyle işliyor; önce hammaddeler elde ediliyor, sonra bu hammaddeler ürünlere dönüştürülüyor, satış aşamasına aktarılıyor. Buradan sonra artık üretici ile tüketici arasındaki sınır belirginleşiyor. Tüketici ürünü alıyor, tüketiyor ve hemen atıyor. Kullanım sonrasında atılan her ürün eninde sonunda çöp oluyor. Bu, nereden bakarsak bakalım doğanın çalışma tarzının tam zıddı; her bir ürünün ‘beşiğinden mezara’ doğru yolculuğu oluyor, geri döndürülemeyecek çevresel zararlara yol açıyor.

Fakat o da ne? Başka bir üretim-tüketim yaklaşımı mı? Neden olmasın...

 

Beşikten Beşiğe (Cradle to Cradle) nedir?

Günümüzdeki endüstriyel üretim biçimleri hâlâ büyük oranda, yukarıda tanımladığımız doğrusal çizgide ilerliyor. Hâlâ, bir ürünün yaşam yolculuğu, doğadaki kaynaklarından çıkarılmasıyla başlıyor ve tüketimi tamamlandığında doğaya atık olarak geri dönerek son buluyor. ‘Beşikten Mezara’ olarak adlandırılan bu yöntemin doğada bir karşılığının olmaması, bizim için bir kırmızı alarm. Zira doğadaki her ‘ürün’, çeşitli besinler kullanılarak üretilir ve yine aynı ürün ve üretim sürecinde ortaya çıkan atıklar, daha sonra bir başka ürünün besini olarak kullanılır. Anlayacağınız, işin içine insan girmediği takdirde, doğada atık diye bir şey yoktur; her besinin artığı bir diğer canlının yeni besinidir! İşte bu gerçek, bizi, üretim-tüketim süreçlerimize dair yepyeni bir yaklaşıma götürdü: ‘Beşikten Mezara’ yerine ‘Beşikten Beşiğe’. Peki nedir bu kavram? Haydi detaylı bir şekilde anlamaya çalışalım.

Bu ismi ilk kez, kimyager ve eski Greenpeace aktivisti olan Michael Braungart ile mimar William McDonough, Cradle to Cradle: Remaking the Way We Make Things - Beşikten Beşiğe: Eşya Yapmanın Yollarını Yeniden Yapmak adını verdiklerini kitaplarında kullanmıştı. 1992 BM Rio Zirvesi’nden sonra yeşillenen bu fikirle dünya, ‘’Ben üretirim, gerisine karışmam’’ anlayışından ‘’Üretimimin, üretim ve tüketim yolculuğunun tamamından sorumlu olurum’’ anlayışına yumuşak bir geçiş yaptı. Böylece üretici, ürünün ambalaj tasarımından tüketilip bertaraf edildiği evreye kadar büyük bir sorumluluk almaya başladı.


Sürdürülebilirlik rotamız: Beşikten Beşiğe nasıl gidiliyor?

Beşikten Beşiğe yaklaşımında doğrusal değil, döngüsel bir üretim modeli benimseniyor. Ürünler tamamen çevre dostu yöntemlerle üretiliyor, tüketiliyor ve işlevleri bittikten sonra dönüştürülerek tekrar kullanılıyor. Bu yaklaşımda, ömrünün sonuna gelen bir ürünün, doğada ayrışmasını ya da doğal sistemler için besin, başka bir ürün için hammadde olması

gerektiği öneriliyor. Yani bir ürünün tüketilemeyecek kadar eskimesi durumunda; yeni bir ürünün üretiminde kullanılabilecek kadar geri dönüştürülebilir kılınması ve tüm üretim evresinde hiç atık bırakılmaması gerekiyor. Örneğin bu yaklaşımla üretilen bir tişört, kullanım ömrünü tamamladığında toprakta biyolojik olarak parçalanabiliyor, doğal sisteme asla zarar vermiyor. Aynı şekilde kullanım ömrünü dolduran bir çamaşır makinesi, teknik besin kategorisinde değerlendirilip, başka bir hammadde olarak üretim bandına dönebilliyor; ondan yeni bir bisiklet yapılıyor. Bu üretim modelinde geri dönüşümden farklı olarak, hammadde ‘aşama aşama’ değer kaybetmiyor ve ilgili ürün atığa sebep olmuyor.      

Yine bu yaklaşıma göre, endüstriyel faaliyetlerdeki tüm malzemeler teknik ve biyolojik besin olarak ikiye ayrılıyor. Teknik besinler çevreye zarar vermeyen sentetik malzemelerden oluşuyor ve kalitelerini kaybetmeden sürekli olarak üretimde kullanılabiliyor. Örneğin çamaşır makineleri, televizyon, monitör gibi ürünler teknik döngülerle tekrar tekrar kullanılmak amacıyla tasarlanıyor. Biyolojik besin ise birkaç kez üretim sürecinde kullanıldıktan sonra tekrar doğal çevreye karışarak, toprakta ayrışabilen, çevreye negatif etki vermeyen, mikroorganizma ve diğer küçük canlılar için yiyecek hâline gelen malzemeleri kapsıyor. Onlara ‘tüketim ürünleri’ diyebiliriz; halı tabanları, fren balataları gibi kullanırken çeşitli değişimlere uğrayan malzemeler, temizlik ürünleri, tek kullanımlık ambalajlar, gıdalar ve deterjanlar, biyolojik besinler arasında yer alıyor. Bu yaklaşım, eğer doğru uygulanırsa, Dünya’da atık diye bir şey kalmayacak; bir besin, sonraki besini besleyecek. Ürünler artık tüketilmeyecek, ‘kullanılacak’.

Kuzu postuna bürünmüş kurt mu?: Recycling (Geri Dönüşüm) aslında ‘Downcycling’ (Aşağı Dönüşüm) mi?

Aklınıza muhakkak ‘’peki bunun geri dönüşümden ne farkı var?’’ sorusu gelmiştir. Geri dönüşüm uygulamaları da her ne kadar doğayı korumayı ve sürdürülebilirliği sağlamayı hedeflese de unutmayalım; bu yöntemde, dönüşümün her bir aşamasında ürün yine de kalite kaybediyor ve maksimum 3. dönüşümden sonra işlevini yitiriyor.(1) İşte temel fark da tam olarak burada ortaya çıkıyor; geri dönüşümle beşiğin mezara gitmesini engelleyemiyor, sadece geciktiriyoruz. Geri dönüşümle doğaya olan zararlarımızı önemli oranda azaltabilsek de      aslında kalıcı bir çözüm yaratamıyor, yolu uzatıyoruz. Üstelik bu yıkım süreci ne kadar uzarsa, doğaya verdiğimiz tahribat bir o kadar fazla oluyor; çünkü doğanın sistemi, hücresel seviyede zarar görüyor. Yani özetle, ‘Recycling’ değil ‘Downcycling’ (Aşağı Dönüşüm) yaşanıyor.

 

Sürdürülebilir tasarım için ‘Hannover İlkeleri’

Ekosistemin korunması ve kalitesinin artırılması büyük oranda endüstrilerin çalışma şekline bağlı ve onların sorumluluğunda. Beşikten Beşiğe yaklaşımı ve yöntemi, sadece endüstriyel tasarım ve üretim prensipleriyle sınırlı kalmayıp, ekonomi, sosyal yapılar ve inşaat sektöründe de geçerlidir. William McDonough ve Michael Braungart, bu yaklaşımı medeni yaşamın tüm alanlarında uygulayabilmek için, 1992 yılında ‘Hannover İlkeleri: Sürdürülebilirlik için Tasarım’ adını verdikleri ilkeleri sıraladılar:

  • Doğanın ve insanlığının sağlıklı, çeşitli ve sürdürülebilir bir şekilde bir arada yaşaması için ısrarcı olmak.
  • Karşılıklı bağımlılık esasında; üretilen tasarımların doğaya bağımlı ve etkileşim hâlinde olduğunu kabullenmek, buna göre üretim yapmak.
  • İnsanların maddiyat ve maneviyat arasındaki ilişkisini göz ardı etmemek.
  • Tasarımların, insanlık ve doğa üzerindeki sonuçlarının sorumluluğunu kabul etmek.
  • Uzun vadeli değer yaratan objeler oluşturmak, aksi durumda doğabilecek potansiyel tehlikelerin bakımını ve çözüm arayışlarını gelecek nesillere yük olarak bırakmamak.
  • Atık kavramını ortadan kaldırmak. Ürünlerin yaşam döngülerini, hiç atığın oluşmadığı doğal sistemleri baz alarak, optimize etmek.
  • Tasarımlarda sürdürülebilir enerji kaynaklarını kullanmak.
  • Tasarımın sınırlılıklarını anlamak, doğayı egemenlik kurmak için değil model almak için benimsemek.
  • Bilginin dönüşümlü paylaşımına dayalı devamlı bir iyileştirme arayışında olmak, uzun vadeli sürdürülebilirlik esaslarını etik sorumluluklarla ilişkilendirmek için paydaşlar arasında açık ve doğrudan iletişimi teşvik etmek.

Tüketici artık ürünü değil, onun kullanım hakkını satın alıyor. Bu, satın alınan ürünün tekrar çevrime girmek üzere geri verileceğine dair bir tür sözleşme görevi görüyor. Böylece malzemelerin sürekli çevrimlere girmesi garanti altına alınmış oluyor.

Genel tabloya baktığımızda Beşikten Beşiğe yaklaşımıyla, üreticinin kimliği değiştiği gibi tüketici olmanın anlamı da başka bir katman kazanıyor. Tüketici artık ürünü değil, onun kullanım hakkını satın alıyor. Bu, satın alınan ürünün tekrar çevrime girmek üzere geri verileceğine dair bir tür sözleşme görevi görüyor. Böylece malzemelerin sürekli çevrimlere girmesi garanti altına alınmış oluyor.

Neticede, küreselleşmeye ortam hazırlayan, onu hızlandıran tüm gelişmeler her geçen gün artıp güç kazanırken, üretimin ve tüketiminin hacminin bu kadar çoğalması hiçbirimiz için sürpriz değildi. Kaynak kullanımıyla paralel olarak artan atık miktarı, yaşadığımız Dünya’nın kapsayıcılığını zorlamakta. Ekonomik büyümeyi koruyarak çevreci yaşam biçimlerini geliştirmek ve sürdürmek için Beşikten Beşiğe gibi yeni üretim-tüketim modellerini benimsememiz, dünya çapında yaygınlaştırmamız gerekiyor.

Etiketler:
  • Çevre

  • Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri

  • İklim Değişikliği